Tercüman Etmek Ne Demek?
İnsanlık tarihinin en eski sorularından biri, “Dil, ne kadar insanı tanımlar?” sorusudur. Zihinsel anlamda dağılmış, farklı kültürlere, coğrafyalara ve zaman dilimlerine yayılan düşünceler, kelimelerle buluşur ve insanın dünyayı anlama biçimini şekillendirir. Ancak, bu anlamın taşıyıcısı dil olduğu kadar, bir dilin diğerine aktarılması, bir kavramın bir kişiden diğerine çevrilmesi de derin bir felsefi soruyu gündeme getirir. Tercümanlık, bir dilin sadece kelimelerinin değil, aynı zamanda o dilin arkasındaki kültürel, toplumsal ve epistemolojik yapılarının da aktarılması anlamına gelir. Tercümanlık, dilin her bir parçasını, düşündüğümüzden çok daha derinlemesine, hem etik hem de epistemolojik bir sorumlulukla taşır. Peki, tercüman etmek gerçekten sadece kelimeleri çevirmekten ibaret midir?
Tercümanlık ve Etik: Sözcüklerin Gücü
Tercümanlık, dilin sınırlarını aşan bir sorumluluk taşır. Felsefi bir bakış açısıyla, bir dildeki anlamın aktarılması, yalnızca kelimelerin doğru biçimde başka bir dile çevrilmesi değildir. Bu, bir tür etik sorumluluktur. Her kelime, bir kültürün ve bir toplumun değer yargılarını, inançlarını ve düşünme biçimlerini yansıtır. Bu bakımdan tercüman, yalnızca bir dilbilimci değil, aynı zamanda bir etik düşünürdür.
Etik bir sorun ortaya çıktığında, tercümanın rolü karmaşıklaşır. Bir kişinin söyledikleri veya yazdığı bir şeyi bir başka kişiye aktarırken, tercüman bu aktarımın doğruluğunu ve tarafsızlığını sağlamak zorundadır. Ancak bu, her zaman mümkün müdür? Çoğu zaman, tercüman çevirdiği metnin veya konuşmanın yalnızca anlamını değil, aynı zamanda metnin taşıdığı duygusal yükü de dikkate almalıdır. Örneğin, bir sanatçının bir eseriyle ilgili yazdığı bir incelemeyi çevirmek, sadece kelimeleri bir dilden diğerine aktarmaktan daha fazlasını gerektirir. Tercüman, sanatçının niyetini, metnin duygusal ve kültürel bağlamını anlamalı, o bağlamı yeni dilde de doğru bir biçimde yansıtmalıdır.
Felsefi bir bakış açısıyla, etik ikilemler şunları gündeme getirir: Tercüman, metni olduğu gibi mi bırakmalıdır, yoksa kendi etik değerlerine göre mi şekillendirmelidir? Bir tercümanın subjektif yorumları metni dönüştürürken, nesnellikten sapma riski taşır. Fakat dilin doğası gereği tamamen nesnel bir tercüme yapmak imkansızdır. Bu durum, tercümanlık pratiğini bir etik sorumluluk haline getirir.
Tercümanlık ve Epistemoloji: Bilgi, Anlam ve Çeviri
Epistemolojik bir bakış açısından, tercümanlık dilin ötesinde bir anlam dünyası yaratır. Bilgi kuramı (epistemoloji) temelde insanın neyi bildiğini ve nasıl bildiğini sorar. Tercüman, bir dildeki bilginin diğer bir dile aktarılmasında kilit bir rol oynar, ancak burada sorulması gereken soru şudur: Bir dildeki bilgi, gerçekten diğer dilde aynı anlamı taşır mı?
Her dil, dünya hakkında farklı bir görüş sunar. Örneğin, bir dilde somut bir kavram olan bir şey, başka bir dilde soyut hale gelebilir ya da tamamen anlamını yitirebilir. Bu epistemolojik sorun, tercümanın karşılaştığı en büyük engellerden biridir. Tercüman, yalnızca dilsel bir aktarım yapmakla kalmaz, aynı zamanda bir bilgi aktarımı yapar. Bu aktarımda, dilin öznel doğası ve toplumun anlam biçimlerinin tercümeye yansıması söz konusu olur. Bazı filozoflar, dilin kültürel ve sosyal yapıları taşıyan bir araç olduğuna inanır ve bu nedenle tercüme edilen anlam, taşıdığı kültürel bağlamdan bağımsız düşünülemez. Bu, çevirinin epistemolojik değerinin yalnızca kelimelerdeki doğru karşılıklarla değil, o kelimelerin taşıdığı anlam ve arka planla da ilişkili olduğunu gösterir.
Felsefi epistemolojide Ludwig Wittgenstein’ın dil oyunları teorisi, bu konuyu daha da derinleştirir. Wittgenstein’a göre dil, bir toplumun veya topluluğun belirli bir bağlamda anlam taşıyan kelimelerden oluşan bir “oyun”dur. Bu oyun, her topluluk için farklı kurallara sahiptir. Tercüman bu oyunları anlamadan, bir kelimenin anlamını başka bir dile doğru bir şekilde aktarabilir mi? Bu noktada, çevirmenin yalnızca dilbilimsel becerilerinin ötesine geçmesi gerektiği ortaya çıkar. Tercüman, toplumların dil ve bilgi yapılarını anlamalıdır.
Tercümanlık ve Ontoloji: Gerçeklik ve Dil
Ontolojik bir bakış açısı ise daha derin bir soruya işaret eder: Dil, gerçeği mi yansıtır yoksa gerçeği mi yaratır? Her dil, bir dünya görüşünü, bir ontolojik gerçekliği taşıyan bir yapıdır. Tercümanlık bu ontolojik yapının yeniden yapılandırılmasını içerir. Dilin bir kültürün dünyayı anlamlandırma biçimi olduğunu kabul edersek, tercüman bir anlamın sadece kelimelerle değil, o kelimelerin taşıdığı gerçeklikle de etkileşime girmelidir.
Ontolojik perspektiften bakıldığında, tercüme yalnızca anlamın dilsel bir aktarımı değildir; bir kültürün ve bireyin dünyayı nasıl gördüğünü, algıladığını ve deneyimlediğini aktarmaktır. Derrida’nın “différance” kavramı, dilin doğasının bir anlam kayması yaratma eğiliminde olduğunu ileri sürer. Bu, bir dilin diğerine tercüme edilmesi sürecinde ontolojik bir kayma, bir fark yaratır. Tercüman, bu kaymanın farkında olmalı ve anlamın kaybolmaması için dikkatli olmalıdır.
Sonuç: Dil, Anlam ve İnsan
Tercümanlık, yalnızca dilin ötesinde bir pratiktir. Etik, epistemolojik ve ontolojik boyutlarıyla bir anlam dünyasına dönüşür. Tercümanlar, dilin taşıdığı yükü, anlamı ve sorumluluğu omuzlarında taşırken, insanlık durumuna dair önemli sorulara da cevap ararlar. Her çeviri, bir kültürün, bir topluluğun ve bir bireyin dünyasını yeniden şekillendirir. Tercümanlık, dilin ötesinde bir sorumluluk yükler: Anlamı sadece aktarmak değil, aynı zamanda onu doğru, etik ve düşünülmüş bir biçimde taşımaktır.
Sonuç olarak, tercümanlık pratik bir beceri olmanın ötesinde, derin bir felsefi sorumluluktur. Bu sorumluluğu taşımak, yalnızca kelimeleri değil, anlamları, değerleri, kültürleri ve dünyaları da taşımayı gerektirir. Tercümanlık bir sanat mıdır? Bir bilim mi? Ya da her ikisinin birleşimi mi? Bu sorular, tercümanlık mesleğini bir anlam ve etik sorumluluğun ötesine taşır, bizi dilin ve anlamın derinliklerine doğru bir keşfe davet eder.